Peygamberler tarih boyunca çok yüce bir görev üstlenmiş, aşkın varlıkla insanı buluşturan ilâhî mesajları insanlığa taşıyan asıl unsurlar olmuştur. Bu görevlerini yaparken de her türlü eziyet, işkence ve sıkıntılara sabırla katlanmış, hiç bir şartta nübüvvet/peygamberlik görevini yapmaktan geri durmamışlardır.
İlk peygamber Âdem (a.s.)’den son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)’e kadar bütün peygamberler aynı dini, İslâm’ı tebliğ etmiş ve insanlara eksiksiz öğretmişlerdir. Hem tebliğ, hem talim hem de tezkiye-i nüfus görevini yerine getirmişlerdir.
Bu kutlu halkanın son zinciri olan Hz. Muhammed (s.a.v.), biz insanlığa iki önemli ve büyük mucize bırakmıştır. Bunlardan birincisi ilâhî mesaj olan Kur’ân’ı Kerim’dir. Kur’ân’ı Kerim, ilk üç neslin değişmeden ve tahrife uğramadan bize ulaştırdığı yüce kitaptır. Bu ilk üç altın nesil son peygamberle birlikte olan sahabe-i kirâm, sahabeyle birlikte olan tabiîn ve tabiîn ile birlikte olan tebe-i tabiîn’dir.
Bu yüce kitap günümüzde her yerde Asya, Avrupa, Afrika, Amerika ve Avustralya’da aynı olan ve on binlerce hafız tarafından ezberde tutulan mushaftır. Bu mucize bizim hayat kaynağımızdır. İnsanlığa yol gösteren, doğruya ileten, iyiyle kötüyü, karanlıkla aydınlığı ve hak ile batılı gün ışığına çıkaran hidayet ve nur kaynağıdır. Müslüman inancının ve zihniyetinin temel düsturudur.
İkincisi de İslâm medeniyeti mucizesidir. Hz. Muhammed (s.a.v.) dinin esaslarını tebliğ etmekle birlikte, hayatı ve uygulamarıyla Müslümanlara öğretmiş ve insanlığa en güzel model olmuştur. Bu medeniyetin tesisi asırlarca yürütülmekle birlikte 23 yıllık peygamberlik hayatıyla bizlere en detaylı ve kapsamlı bir biçimde sunulmuştur. İşte bu medeniyetin taşıyıcıları da yine ilk üç nesil olmuştur.
Peygamberler tarihi içinde Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hayatı ve günlük ilişkileri, bütün ayrıntısına kadar kayıt altına alınmış, sahabe-i kirâm bu kayıtları belirli disiplin içinde sonrakilere aktarmıştır. Peygamberin hayatı, fiil ve sözleri daha hayattayken hem yazılmaya hem ezberlenmeye başlanmıştır. Daha hicrî birinci asırda “Sahife-i Hemam ibn Münebbih” ve benzerlerinin yazılı metinleri inananların hizmetine girmiştir. Sahabenin peygamber hadislerini derlemek, toplamak ve nakletmek konusunda gösterdikleri üstün gayretleri, bunların günümüze taşınmasına vesile olmuştur. Bu hadislerin sadece metinlerini değil senet rivayetlerini de en güzel bir şekilde aktarmış, senet zinciriyle gelen bu hadisler İslâm medeniyetini temel kodlarını oluşturmuştur. İmam Şafiî (rh.a.), “Biz senet ümmetiyiz.” diyerek bu meselenin önemini ve derinliğini izaha çalışmıştır. Ayrıca Muhammed Hamidullah, “Muhtasar Hadis Tarihi” isimli eserinde genişçe bu konuyu ele almış ve delilleriyle birlikte meseleyi ilmî bir şekilde incelemiştir.
Peygamber ile ilgili bilgileri başta ilk vahiy olan Kur’ân’ı Kerim’den, sonra hadis-i şeriflerden, siyer ilminden, peygamberi ve ashabını anlatan tabakât kitaplarından ve İslâm tarihi çalışmalarından önem sırasına göre almaktayız.
Bu çalışmalar bir usûl getirmiş ve yöntem belirlemiş, Müslümanların peygamberin hayatıyla ilgili hurafe, batıl inanış, mitoloji ve efsanelerden uzak durmasına sebep olmuştur. Bu yüce ahlâk örneği peygamber acısıyla, tatlısıyla, mutluluğuyla ve üzüntüsüyle insanların yolundan gidebileceği ve takip edebileceği tabiî ve gerçek bir hayat yaşamıştır. Peygamberin hayatı başından sonuna kadar sosyal, ekonomik, siyasî ve hukukî manada ele alınıp incelenmiştir. Hz. Peygamber, hiçbir zaman hayatta karşılığı olmayan mitolojik ve efsanevi bir şahsiyet olmamıştır. Yine o dönemin çağdaş hurafeleri ve batıl inanışlarının peygamberin hayatında yeri bulunmamıştır. Hatta peygamberlik hayatı boyunca bunlarla mücadele etmiş ve bu hatalı anlayışları ortadan kaldırmak için bütün gayretini sarfetmiştir.
Peygamberlerin ilahî mesajı insanlığa ulaştırmak, tebliğ etmek, insanları tezkiye etmek ve dinini öğretmek üzere gönderildiğini belirtmiştik. Elbette bütün bu işleri yapan bir peygamber, aynı zamanda insanlar tarafından örnek ve model alınan konumdadır. Örnek alınacak ki dinî uygulamalar öğrenilsin ve insan hayatında yaşanılabilsin. Bundan dolayı Yüce Allah, insanlara peygamberleri yine kendisi gibi insanlardan göndermiştir. Ruhanî, nur ve insan dışında başka bir varlık göndermemiştir. Şayet böyle bir şey olsaydı, insanlar o peygambere uymaz ve arkasından gitmezdi.
Peygamberi hayatın her alanında; ibadet, tebliğ ve davet, sosyal, ekonomik, siyasî, hukukî ve askeri alanda örnek alarak İslâm’ı din olarak hayatımızda yaşamanın esaslarını Allah’ın kitabı ve peygamberin hadisleri belirlemiştir. Yüce ahlâk sahibi peygamberin yolunu, Müslüman bir fert ve toplum olarak pratiklerimizde uygulayacak prensipler, bu şekilde tesbit edilmiştir. Onun dini uygulamasının pratiği olan sünnet ve siyer ilmiyle yaşamanın mümkün olduğu böylece ortaya çıkmıştır.
Son peygamberin, on yıllık Medine dönemindeki devlet yönetimi ve bu konuda koymuş olduğu esasları, devlet başkanı olarak halkıyla olan ilişkileri ile uluslararası ilişkileri, birbirinden çok farklı inançlarla ve farklı etniklerle huzur ve güven içinde bir arada yaşama uygulama ve siyasetini nasıl gerçekleştirdiği İslâm medeniyetin temel taşlarını oluşturmuştur.
Yine bir komutan ve başkomutan olarak askerlerini nasıl eğittiği ve yönlendirdiği, subay ve generalleri nasıl yetiştirdiği, savaşları nasıl komuta ettiği, birçok savaşa bizatihi kendisi katılarak, savaşların insani boyutta gerçekleşmesini sağladığı ve on yıllık süreçte yaklaşık 400 ölüm gerçekleştiği savaşlarla ilgili çok önemli esaslar koymuş ve kendisi de uygulamıştır. Hem Müslümanlara hem insanlığa, savaşta amacın muhatabı tedavi etmek, asıl olanın savaş değil barış olduğunu bizzat uygulayarak öğretmiştir. Savaşta çocukların, kadınların ve din âlimlerinin öldürülmesini yasaklamış, güzel söz ve emirleriyle çevrenin tahrip edilmesine mani olmuştu.
Hz. Muhammed (s.a.v.), bir insan olarak hayatın her boyutunu dolu dolu yaşamıştır. Bir koca, bir baba, bir dede, bir efendi ve medeni bir insan olarak davranışlarını, hayata bakış açısını bu hadisler aracılığıyla bize ulaşmıştır.
Bütün bu pratiklerden özetle niçin bahsettik. Bu ümmet, ortalama iki milyar nüfusuyla 15 asırdır böyle pratikleri olan ve günümüze kadar gelen ve bir medeniyet bırakan peygamberin yolunu takip etmektedir.
Hayatı, davranışları ve sözleri bu kadar açık bir şekilde ortada olan bir peygamber için özellikle İslâm düşmanları tarafından uydurulan “Peygamber sadece tebliğcidir, dini tebliğ etmekle görevi bitmiştir ve başka bir görevi yoktur.” sözünün, peygamberliğin gerçekliğiyle bağdaşmamaktadır.
İslâm medeniyetini yaşayarak üç kıtaya neşreden sahabe-i kirâm hakkında iftiralar, zanlar ve bühtanlar oluşturarak onları küçük düşürmeye çalışan zihniyetin de İslâm düşmanı olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü hem Allah’ın kitabını hem de peygamberin pratiklerini ulaştıran ilk nesil bunlardır. Bunlar hakkında olumsuz algı oluşturma eylemi, hem Allah’ın kitabını hem de peygamberin sünnetlerini zan altına alıp devre dışı bırakmak amacına yöneliktir. Bu da Müslümanların kadim geleneklerini ortadan kaldırıp onları kültürsüz ve dayanaksız bırakarak savrulmalarını ve dinin özünden uzaklaşmalarını sağlayacak bir projedir.
Peygamberin bir veya birkaç hadisini ele alarak ve bunlardan yola çıkarak bütün hadisler üzerinde zanlar oluşturmak ve bundan dolayı hadisleri hiçbir şekilde şer’î delil olarak kabul etmemek İslâm’ın ruhundan uzaklaşmak demektir. İlmî esasları ve usûl kurallarını bilmeden veya bunları hiçe sayarak İslâm ilimleri üzerinden söz söylemek mümkün değildir.
Bu konu üzerinde konuşurken Batı’nın ve oryantilizmin projelerinden bahsetmemek meselenin iyi anlaşılmasının önüne set çekmek olacaktır. Oryantalizm, 18.yy.’da başlayan Batı’nın İslâm dünyasını sömürgeleştirme faaliyetinin bilimsel saç ayağını oluşturmuştur. Sömürgecilere İslâm dünyası ve doğu ile ilgili bilgileri aktararak uzun yıllar sömürülmesini sağlamışlardır. İşin kültür, siyaset, ekonomi, hukuk, bilim ve sosyal boyutunu bilimsel yöntemlerle araştırarak sömürgeciliği kalıcı kılmışlardır.
Son zamanlarda, sömürgeciler iki asırdan fazladır Müslümanlar arasında ihtilafları derinleştirerek tefrikaya dönüşmesini sağlamış, bu konuda Müslümanların grup grup olmasına, fikri ayrılıkların artmasına, kin ve öfkenin oluşmasına zemin hazırlamışlardır. Tabii ki bu oyuna gelen Müslümanların hiç mi suçu yoktur? Elbette aklını kullanmayarak bu oyuna gelip Müslümanların birlik ve vahdetini parçalayan durumları günahı muciptir. Başkaları bize bunu yapıyor diyerek kendimizi kurtaramayız.
Türkiye’de bu tarz tartışmalar daha çok 1970’li yıllardan sonra başladı. O zamanlar dergilerde ve sonraları gazetelerde tartışılan meseleler, 1990’lı yıllardan sonra yerini radyo ve televizyonlara bırakmıştır. 2000’li yıllardan sonra radyo ve televizyon ayağı devam etmekle birlikte internet devrimiyle bu durum sosyal medyaya kaymıştır. Sonuç olarak zihinlerde bilgi kirliliğine ve doğru ile batılın birbirine karışmasına sebebiyet vermiştir.
Önerimiz bu tarz ilmî meselelerin ilim adamları ve mütefekkirler tarafından özel ilmî mekanlarda müzakere edilmesi, delillerin serdedilmesi ve en doğru olan fikrin kabulü olarak medyaya yansıtılması gerekir. Bunlar sempozyum, panel veya özel ilmî müzakere ortamları olabilir ve oluşturulabilir.
Kitleler önünde yapılan pervasızca tartışmalar, dinini bilmeyen insanları ümitsizliğe sürüklemekte ve dine bakışlarını olumsuz etkilemektedir. Bunun doğru bir şekilde oluşmasını sağlamak ilim adamlarına düşen büyük bir görevdir. İlim ve fikir adamlarımız için bu ortamı hazırlamak da üçüncü şahıs gücü olan Müslümanlara düşmektedir. Bu konuda harcayacağımız mülkler ve paralar tamamen Allah rızasına matuf olacaktır. Müslümanların geleceği açısından bunun önemi, fakirlere ve yetimlere yapacağımız iyilikler kadar önemlidir. Hatta yeri geldiğinde onlardan daha çok öne çıkar.
Ancak salih olan bu çalışmalar sayesinde mutedil ümmet olgusunu yakalayabilir ve yaşayabiliriz. Aşırılıklar, ifrat ve tefrit, cehalet ve tefrikanın önü böyle kapatılabilir. İlim olmadan ve ilmî hareket etmeden cehaletin ve sömürgeciliğin karşısına çıkmak mümkün değildir.